Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği
Orijinal adı: The Unbearable Lightness of Being
1988 Amerikan, Tür: Dram, Romantik, Felsefi
Yönetmen: Philip Kaufman
Oyuncular: Daniel Day-Lewis (Tomas), Juliette Binoche (Tereza), Lena Olin (Sabina)
Konusu ve yorum: Hep yaptığım gibi bir uyarıyla başlayayım. Film bolca çıplaklık ve cinsellik içeriyor. Bu tür sahnelerden hoşlanmayanların ve 18 yaşından küçüklerin seyretmesini tavsiye etmem. Erotizmin böylesine felsefi yanı kuvvetli filmleri asıl konusundan uzaklaştırdığını düşündüğümü daha önce de söylemiştim. Görüşlerim bu film için de geçerli. Sanırım varoluşsal kaygılarımızı komünizm ve yenidünya düzeni bağlamında ele alıp hayatın anlamını ve kadın erkek ilişkilerini (evlilik, çokeşlilik, sadakat) sorgulamak hiç de kolay olmadığı için yönetmen cinselliği kullanarak filmi sürükleyici bir hale getirmeye çalışmış. Bu filmin asıl konusu kadın erkek ilişkileri ve varoluşçuluk ama film sorulara cevap vermekten çok insana sorular sordurup öylece bırakıyor gibi geldi bana. Cevabın ne olduğuna dair ufacık ipuçlarını sizin bulup çıkarmanız gerekiyor filmden. Milan Kundera'nın kendisinin de filmde varoluşçu felsefenin gölgede kaldığını söylediğini bir yerde okumuştum.
Film Milan Kundera'nın 1984 yılında yazdığı aynı adlı romanının sinema uyarlamasıdır. Tomas, Prag'da yaşayan ünlü bir beyin cerrahıdır. Birçok kadınla birlikte olan ama kimseyle aynı evde sabahlamayan bir adamdır. Ta ki 1968 yılında tanıştığı bir kasaba kızı olan Tereza Prag'a gelip masum ama ateşli bir emrivaki ile evinde yaşamaya başlayıncaya kadar. Bu arada evine kabul ettiği tek kadının geleneksel bir kasaba kızı olması da ilginç bir detaydır bence. Tomas da Teraza'dan hoşlanır ama diğer kadınları bırakamaz. Prag'ı Rusların işgal etmesiyle hayatları alt üst olur. Tereza Tomas'a evlenme teklif eder ve evlenirler. Tomas diğer kadınlarla birlikte olmaya devam eder. Tereza çokeşli bir ilişkiye mecburen razı olur ama rahatsız olmadan edemez. Birlikte İsviçre'ye kaçarlar ama Tomas'ın diğer kadınlarla ilişkisi devam edince Tereza daha fazla tahammül edemeyip Prag'a geri döner.
Tomas'da komünist rejimden hiç haz almamasına rağmen Tereza’nın peşinden gider. Komünist rejim kendilerini açıkça desteklemeye yanaşmadığı için Tomas'ın doktorluk yapmasına izin vermez. Tomas bir kez daha çapkınlık yapınca, sadık bir kadın olmasına rağmen Tereza durumu daha katlanır kılabilmek için kendi payına bir açık ilişki denemesi yapar ama son derece rahatsız olur, hatta intihar etmeyi düşünmeye başlar. Çareyi şehirden kaçarak birlikte köye yerleşmekte bulurlar. Köyde mutlu bir hayatları vardır ama çok sevdikleri köpekleri kanser olur ve acısına son vermek için Tomas onu iğneyle uyutur (öldürür). Sonunda ne mi oluyor? Üç saate yakın uzunca filmi seyretmeyi göze alırsanız, filmin kafanızda bıraktığı varoluşsal soruyla nasıl absürt bir şekilde sizi baş başa bırakarak bittiğini kendiniz görürsünüz.
Filmde biri tipik bir tekeşli kadın diğeri de tipik bir çokeşli erkeğin ancak geleneksel denilebilecek bir evlilik içinde ancak mutlu olabildiklerini görüyoruz (Köydeki hayatları). Ortak bir hedefleri ve dertleri olduğunda (komünizm karşıtlığı) çifti birbirine bağlıyor.
Sabina karakteri de filmde Tomas'ın kadın karşılığı gibidir. Nitekim son derece çekici bir profesör kendisiyle ilgilenir, hatta eşini terk ederek Sabina'yla birlikte olmaya karar verdiğinde Sabina birden ortadan kaybolur ve Amerika’ya kaçar. Sabina karakterini bazıları hayatı ve ilişkileri hafife almak gibi yorumlasa da bence yaptığı ilişkilerin getirdiği sorumluluktan kaçmaktır. Sabina’nın asıl sorunu psikolojik olarak bakacak olursak bağlanmaktan korkmaktır. Sabina savruk hayatında çok mu mutludur? Pek öyle görünmüyor. Tomas uygun birini bulduğunda ona bağlanabilir ama Sabina bunu başaramaz. Tomas’ın çokeşliliği daha biyolojik doğada bir şey gibi geliyor bana ama bu poligami tartışmasına girersem çıkamam, şimdilik başka bir yazıya bırakıyorum.
Filmde her ne kadar kimin kimle birlikte olduğunu karıştıracak kadar cinsellik dolu olsa da, bir kadın ve erkeğin birlikte en mutlu oldukları sahneler Tomas ve Tereza'nın köyde yaşadıkları tekeşli ve geleneksel rollere büründükleri hayata dair sahnelerdir. Philip Kaufman’ın (belki de Milan Kundera’nın) pasaklı, ayyaş ama sempatik bir köylüye söylettiği “Mefisto'yu (yanından ayırmadığı domuzu) neden seviyorum biliyor musun? Çok akıllı ama hiç bir şey bilmiyor. Hepsinden öte, şimdi hayatın burada imkânsız olduğunu bilmiyor. Burada hiçbir şey kalmadı. Kilise yok oldu." sözleri varoluşun acılarından kurtulmak için insanın dine yönelmesi seçeneğine göndermede bulunduğu belki de tek repliktir.
Filmin adı filmin neresinde diye soruyor insan. Romanın felsefi yönünün filmde ihmal edilmesi sanırım anlamayı daha da güçleştiriyor. Hafifliğin dayanılmaz oluşu çelişkisini anlamak hiç de kolay değil. Var olmak hafif bir şey mi? Bence değil. Nitekim filmde Sabina mükemmel bir adam kendisine geldiğinde ondan kaçar. Bu kaçış varoluşun getirdiği sorumluluklardan kaçmaktır. Acılardan kaçmaktır. Günümüz insanı var olmanın getirdiği acılardan kaçar. Filmin son sahnelerinde Amerika'da yaşadığı sırada Sabina'nın Prag'dan aldığı mektup üzerine o sırada yanında olan Amerikalı yaşlı çiftin tepkisine lütfen dikkat edin. Yaşlı kadın Sabina'ya "bu akşam kendini daha iyi hissedersen akşam bize yemeğe gel" der. Bence balyoz gibi bir mesaj taşıyor bu ufacık replik. Acıdan kaçmanın ne kadar dramatik bir ifadesi! Acı çekiyorsan gelme demek değil midir bu?
Hâlbuki biz doğulular ne yaparız, "bu akşam bizde kal, acını paylaşalım" deriz. Zaman zaman bir yakını henüz bir hafta önce ölmüş biri başvurur polikliniğe. Çok acı çektiğini söyler. Hâlbuki bu acı kaçılabilecek bir acı değildir. Doğaldır ama bazıları için hayatta acıların hiç yeri yoktur. Acı mı çekiyorsun kaç! Aşk bitti mi evlilik sona ermiştir! Oysa var olmak hafif falan değildir. Filmin adındaki dayanılmaz kelimesi Türkçe çeviride bence yanlış tercih olmuş. Unbearable aslında taşınamaz, katlanılamaz tahammül edilemez anlamına gelir, "Varolmanın dayanılmaz hafifliği" adındaki dayanılmaz kelimesinde (dayanılmaz çekicilik ifadesinde olduğu gibi) olumlu çağrışımın olmadığını söylemem gerek. Bu nüans anlaşılmadan filmin adıyla konusunun bağlantısını kurmak neredeyse imkansız çünkü.
Doç. Dr. Mehmet Akif Ersoy
RSS Facebook Twitter ilicMedia