ruhikizi

Evlilik, Aşk ve Kadın Erkek İlişkileri Üzerine Filmler

Üç Renk: Kırmızı

 üç renk kırmızı, ilişki, genç, güzel İngilizce adı: Three colors red

Orijinal adı: Trois couleurs: Rouge

1994 Fransa, İsviçre, Polonya - Tür: Dram, Gizem, Romantik

IMDB Puanı: 8.0/10


Yönetmen: Krzysztof Kieslowski


Oyuncular: Irène Jacob, Jean-Pierre Lorit, Samuel Le Bihan, Jean-Louis Trintignant, Juliette Binoche, Julie Delpy

Senaryo: Krzysztof Kieslowski, Krzysztof Piesiewicz


Konusu ve yorum: Müthiş bir film, müthiş bir senaryo. Bir taraftan kadın erkek ilişkilerini ele alırken diğer taraftan da felsefi olarak insanı düşündüren - ya da kafasını karıştıran dersek belki daha doğru olur – bir film.


Genç ve güzel bir manken olan Valentine uzakta olan erkek arkadaşıyla zaman zaman telefonla görüşmektedir. Telefon görüşmelerinde sürekli olarak ona yanında birisinin olup olmadığını soran erkek arkadaşının neredeyse paranoid düzeyde şüpheci biri olduğunu anlıyoruz. Mankenlik yapan, fotoğrafları billboardları süsleyen bir kadın için hiç de uygun bir aday olmadığı kesin. Bu ilişkiden Valentine de çok memnun değildir aslında ama kendisiyle ilgilenen fotoğrafçıyı geri çevirecek kadar da sadık bir kadındır.


üç renk kırmızı, jean louis trintignant, film, güzel, yaşlıValentine arabasıyla bir köpeğe çarpar, köpek yaralanır. Tasmasındaki adresten sahibini bulur ve köpeği ona götürür. Köpeğin sahibi emekli bir yargıç olan Joseph Kern, hayata küsmüş bir adamdır. Vaktini yasa dışı olarak komşularının telefon görüşmelerini dinleyerek evinde geçirmektedir. Valentine ve yaşlı Joseph arasında ilginç bir bağ oluşur. Valentine insanların iyi olduğuna inanmaktadır, Joseph ise uzun zaman önce sevdiği kadın tarafından aldatıldıktan sonra insanlara ve özellikle de kadınlara güvenini kaybetmiştir.


Filmde Valentine ve yakın bir apartmanda oturan genç Hukukçu Auguste’un hayat hikâyelerini paralel bir şekilde seyrediyoruz. Valentine ve Auguste’un hayatları birçok yerde kesişse de filmin sonuna dek karşılaşmazlar. Filmde emekli yargıç Joseph ile genç hukukçu Auguste’nin hayatlarının birçok açıdan birbirine benzediğini görüyoruz. Yaşlı yargıç sevdiği kadın tarafından aldatılmıştır, genç Auguste de sevdiği kadının ihanetine uğrar. Joseph’in sevgilisi daha sonra bir kazada ölür, Auguste’yi aldatan kadın da, filmde net bir şekilde gösterilmemiş olmakla birlikte, filimin sonunda Manş denizindeki bir fırtınada yeni sevgilisiyle çıktığı yat gezisinde ölecektir. Hem yaşlı yargıç hem de Auguste girdikleri sınavda, yere düşen bir kitapta tesadüfen açılan sayfada okudukları yerden soru gelmesi gibi ilginç bir olayı benzer şekilde hayatlarında yaşamışlardır. İki insan arasındaki bu benzerlikler, kendimizi biricik hissetsek bile hepimizin hayatlarında benzer senaryoların tekrarlanıp durduğunu göstermektedir adeta.


İnsanın nasıl birisi olduğunun ve eylemlerinin, başına gelen olayların bir sonucu olduğu düşüncesi yani psikanalistlerin “ruhsal determinizm” dediği kavram filmde Joseph tarafından gündeme getirilmektedir. Komşuların telefonlarını dinlemenin ahlaki bir davranış olmadığını dile getiren Valentine’ne şöyle söyler “Benim dinlememle ya da sizin söylemenizle bir şey değişmez. Eninde sonunda ya adam camdan atlayacak ya da kadın kendiliğinden her şeyi öğrenecek” “bütün yargıladıklarımın yerinde olsam aynı şeyi yapardım, çalardım, öldürürdüm, yalan söylerdim, onların yerinde olsam yapardım ama değilim.”


Filmde bir taraftan determinizme vurgu yapılırken, film boyunca yaşanan ilginç tesadüflerin, adeta “kaderin ağlarını ilmek ilmek örerek” Valentine ve Auguste’u bir araya getirmesi bu kadar kaotik bir evrende yaşamın her zaman sebep-sonuç ilişkileri bağlamında gerçekleşmediğini düşündürüyor. Valentine’nin Manş’tan feribotla geçeceğini bilen Joseph’in meteorolojiyi arayarak Manş denizinde açık ve mükemmel bir hava olacağını öğrenmiş olmasına rağmen, fırtınanın kopması ve olayların beklenmedik şekilde gelişmesi, senarist ve yönetmenin determinizme bir kapı araladığını gösteriyor bizlere.


irene jacob, üç renk kırmızı, film, güzel, gençFilmde Valentine’nin sevgilisini hiç görmeyiz ama ona uygun birisi olmadığını telefondaki diyaloglarından anlarız. Bir telefon görüşmesi bize bu adamın paranoid olmakla kalmayıp aynı zamanda obsessif bir karakteri olduğunu da anlatır:

Valentine: beni seviyor musun?

Erkek arkadaş: Öyle sanıyorum.

Valentine: Seviyor musun öyle mi sanıyorsun?

Erkek arkadaş: İkisi aynı şey.


Aldatılmaktan bu kadar korkan bir adamın bu kadını sevdiğinden emin olduğunu düşünürsünüz değil mi? Hiç de öyle değil. Karşısındakinin sevgisinden emin olmayan bu adam aslında kendi sevgisinden bile emin değildir. Nitekim paranoidlerin sıklıkla aynı zamanda obsessif olduklarını görüyoruz. Obsesifler de hiçbir zaman tam olarak emin olamazlar.


Film boyunca karamsar bir hava esiyor. Film boyunca gencimizle yaşlımızla ne kadar zavallı olduğumuzu düşünmeden edemedim. Genç Valentine ve Auguste bütün güzel meziyetlerine rağmen doğru eşi bulamayıp, aldatılıp acı çekerler, Joseph hiç evlenmemiş ve çocuk sahibi olmamış olduğundan emeklilik yıllarını yapayalnız ve mutsuz bir şekilde geçirmektedir. Joseph’in telefonlarını dinlediği yalnız yaşayan yaşlı bir kadın kızını görmek için bahaneler uydurur, kalp krizi geçirdiğini, ekmeğinin bittiğini söyler. Filmin kahramanlarının mutsuzluklarını seyrederiz. Bütün bu karamsarlığına rağmen iyileri bir araya getirerek mutlu sonla biten film böylece ümit vermeyi de ihmal etmiyor.


Filmde Juliette Binoche’yi arayanlar için söyleyeyim, bu üçlemenin diğer filmi olan “Üç Renk: Mavi”de başrol oynayan Binoche (Julie Vignon) ve “Üç Renk: Beyaz” filminden Zbigniew Zamachowski (Karol Karol) bu filmin sonunda sadece kısacık bir rol oynuyorlar.


İnsan doğası, kadın erkek ilişkileri, yalnızlık, ruhsal determinizm gibi konular ilginizi çekiyorsa ve bir sinema düşkünü iseniz mutlaka seyretmeniz gereken bir film. Yalnızca eğlenceli vakit geçirmek için ağır kaçabilir.


Doç. Dr. Mehmet Akif Ersoy