Cinsel Kimlik Bozukluğu ve Homoseksüalitenin Biyolojik Yönü
Cinsel kimlik bozuklukları ve homoseksüalitenin oluşma nedenleriyle ilgili ilk varsayımları klasik psikoaanalitik çalışmalarda görüyoruz. Daha sonraki yıllarda psikiyatrik araştırmalarda metodolojinin ilerlemesi, kromozomal araştırmalarının gelişen teknoloji ile mümkün olması ile cinsel kimlik bozuklukları özel olarak da homoseksüelliğin biyolojik açıklamaları giderek çeşitlendi. Homoseksüelliğin biyolojik yönünün olup olmaması hem psikiyatrinin hem toplumun bu hassas olguya yaklaşımını etkilemiş ve etkileyecek gibi görünüyor.
Cinsel kimlik bozukluklarının (CKB) ve homoseksüelliğin toplumun geneli tarafından algılanışı, kültürden kültüre ve zamandan zamana değişmektedir. Bütün psikiyatrik hastalıklarda olduğundan çok daha belirgin bir şekilde cinsel kimlik bozukluklarının ve homoseksüelliğin psikiyatristler tarafından algılanışı ve psikiyatrik sınıflandırma sistemlerindeki yeri de kültürel değişimlerden etkilenmektedir. Amerika Birleşik Devletlerinde homoseksüel ve lezbiyen psikiyatristlerin bile dayanışma amacıyla dernekleştikleri düşünülecek olursa bu etkileşimin boyutu tahmin edilebilir.
Toplum, giderek artan bir şekilde cinsel kimlik bozukluğu ve homoseksüelliğin bireyin kişisel özgürlüğü ve tercihi olduğunu kabul etmektedir. Cinsel kimlik bozukluğu tanısının konulabilmesi için “fiziksel bir interseks durumu ile birlikte gitmemesi” ve “klinik açıdan belirgin bir sıkıntıya ya da toplumsal, mesleki alanlarda ya da önemli diğer işlevsellik alanlarında bozulmaya neden olması” kriterleri düşünülecek olursa psikiyatri biliminin de bir anlamda cinsel kimliği bir tercih meselesi olarak kabul ettiği söylenebilir. Bir bakıma farklı cinsel yönelimi olan kişiye şu söylenmektedir: “Sizin için sorun değilse bizim için de değil.”
DSM-III’de Ego-distonik homoseksüalite kavramı vardır. Heteroseksüel uyarılmanın ya çok az ya da hiç olmadığı, cinsel yönelimlerin ısrarlı bir uğraş oluşturduğu homoseksüaliteyi içermektedir. Birey açıklıkla istemediğini ve ısrarlı bir huzursuzluk kaynağı olduğunu belirtmelidir. Ego- sintonik homoseksüalite’nin mental bir bozukluk olarak sınıflandırılamayacağı ayırıcı tanı bölümünde vurgulanmıştır(19).
DSM- IV’de cinsel kimlik bozukluğu DSM-III-R’daki üç tanıyı kapsamaktadır: Çocukluk çağı cinsel kimlik bozukluğu, adölesan ve erişkinlik çağlarının cinsel kimlik bozukluğu, transseksüel olmayan tip ve transseksüalizm. DSM-III- R’da bu tanılar “İlk olarak çocukluk ve adolesans’da tanı konulan bozukluklar” bölümünde yer alırken DSM-IV’de “Seksüel ve cinsel kimlik bozuklukları” bölümünde yer almıştır. DSM- IV’deki tanı kriterleri bütün yaşlar ve her iki cins için geçerlidir(1). DSM-III’deki homoseksüalite kavramı yani “cinsel yönelimi hakkında sürekli ve belirgin bir sıkıntı duyma” DSM-IV’de “başka türlü adlandırılamayan cinsel bozukluk” kapsamına girmektedir.
ICD-10’da ise “cinsel kimlik bozuklukları (F64)” başlığı altında transseksüalism, iki yönlü karşıt giysicilik, çocukluğun cinsel kimlik bozukluğu tanıları yer almaktadır (2).
Cinsel kimlik (gender identity), cinsel rol (gender role), seksüel kimlik (sexual identity) ve cinsel yönelim (sexual orientation) (İngilizcedeki “sexual” ve “gender” kelimeleri türkçede çoğu kez “cinsel” kelimesiyle karşılanmaktadır. Bu nedenle yazımızda biz de aynı şekilde “seksüel yönelim” yerine “cinsel yönelim” demeyi tercih ettik.) terimlerinin ayrı ayrı tanımlanmalarının yazının ileriki bölümlerinde açıklayıcı olacağını düşünüyorum. “Cinsel kimlik” bireyin kendisini erkek veya dişi olarak hissetmesini tanımlayan psikolojik durumdur. “Cinsel rol” cinsel kimliğin topluma açılımı, hissedilenin davranışlara yansımasıdır. İdeal durumlarda cinsel kimlik ve cinsel rol birbiriyle uyum içindedir. Kendisini erkek olarak hisseden birisinin toplum içinde de toplumsal olarak beklenilen erkek davranışını göstermesidir.
“Seksüel kimlik” kişinin kromozom, dış ve iç genital organlar, hormonlar, gonadlar ve ikincil seks karakterleri gibi biyolojik seksüel özellikleridir. “Cinsel yönelim” ise kişinin cinsel dürtülerinin yöneldiği objeyi tanımlayan terimdir. Aynı cinse yöneldiği durumda homoseksüel, karşı cinse yönelirse heteroseksüel, seksüel dürtülerin her iki cinse de yönelebildiği durumda biseksüel yönelim söz konusudur. Cinsel kimlik ve cinsel rol DSM- IV’ki cinsel kimlik bozukluğunun A ve B kriterleri içinde değerlendirilirken, cinsel yönelimin ise bir belirleyici olarak eklenmesi uygun görülmüştür. Oysa “Homoseksüel” terimi sıklıkla cinsel kimlik, cinsel rol ve cinsel yönelimini tanımlamak için kullanılmıştır (18). Bu yazıda homoseksüel terimi alıntı yapılan yazılarda olduğu şekliyle kullanılmıştır.
Cinsel yönelim, biyolojik ve psikodinamik açılardan açıklanmaya çalışılmıştır. Homoseksüelliğin biyolojik yönünün olup olmaması ile hastalık olarak mı yoksa bir günah olarak mı değerlendirileceğini belirleyebileceği düşünülmüştür (13).
Hormonal mekanizmalar
Homoseksüellerin kanlarında dolaşan hormonlar açısından farklı oldukları düşünülmekteydi. En azından homoseksüel erkekler için bunun böyle olmadığı anlaşıldı (13).
Dörner ve grubu son yirmi yıldır yaptıkları çalışmalarla hayvanlarda ve insanlarda seksüel beyin organizasyonuyla ilgili çeşitli sonuçlara ulaştılar (10): 1. Beynin değişik bölgeleri erkek ve kadın cinsel davranışlarınından sorumludur. 2. Beyin gelişiminin kritik dönemlerinde cinse özel hormon seviyelerindeki değişiklikler, beynin bu bölgelerinde hayat boyu cinsel rol davranışları (gender role behavior) ve/veya cinsel yönelim değişikliklerine yol açacak olan kalıcı yapısal ve/veya biyokimyasal değişikliklere yol açar. Fare deneylerinde homoseksüel erkek farelerde LH salgılanması üzerinde pozitif estrojen geribildirimi (feedback) olduğu görülmüştür. 3. Tek doz estrojen enjeksiyonundan sonra homoseksüel erkeklerde de pozitif bir geribildirim ortaya çıkmaktadır. Bu bulguya dayanılarak homoseksüel erkeklerde en azından kısmen kadın olarak farklılaşmış bir beyin olduğu ileri sürülebilir.
4. Prenatal olarak strese maruz kalan hayvanlarda erişkin olduklarında biseksüel veya homoseksüel davranışlar gösterdikleri bulundu. Heteroseksüel olanlarla karşılaştırıldıklarında homoseksüel erkeklerin önemli ölçüde daha fazla prenatal strese maruz kaldıkları, İkinci Dünya Savaşı sonrasının stresli yıllarında Almanya’da önemli ölçüde daha fazla sayıda homoseksüel erkeğin dünyaya geldiği önceki bulgularla aynı doğrultuda olmak üzere ortaya çıkarılmıştır. 5. 21-hidroksilaz enziminin eksikliği heterozigot formunda kadın homoseksüelliğine; homozigot formlarında daha fazla olmak üzere heterozigot ve homozigot formlarında kadından erkeğe transseksüalizmde genetik bir rol oynuyor. Bu genetik değişiklikler prenatal veya postnatal dönemde adrenal androjenlerin fazla salınımına yol açarak kadın homoseksüelliği hatta transseksüellliğinin gelişimine yatkınlık oluşturuyor olabilirler.
Dörner ve ark. seks hormonları ve hormonların sentezinde rol oynayan enzimlerle ilgili çalışmalardan heterotipik beyin gelişiminde şu mekanizmaların rol oynayabileceğini ileri sürüyorlar (10): 1. Kan androjen seviyeleri erkek veya kadın tipi cinsel beyin organizasyonundan sorumludur. Androjen seviyesi beyin organizasyonu sırasında ne kadar yüksek olursa erkek cinsel yönelimi ve/veya ileri yaşamda erkek cinsel rol davranışları o kadar daha fazla, kadın cinsel yönelimi ve/veya kadın cinsel rol davranışları ise azdır. 2. Fetal yaşamda erkek fetuslardaki androjen seviyeleri dişi fetuslardakinin 3 katı olmasına karşın, erişkin erkeklerdeki androjen seviyeleri erişkin kadınlardaki androjen seviyesinin 20 katıdır. Bu nedenle prenatal yaşamda dişi fetusda adrenal androjen fazla salınımı sonucu daha fazla erkek tipi seks hormonu salınması ve erkek fetusda testiküler androjen salınımının inhibe olması sonucu daha fazla kadın tipi seks hormonunun salınması erişkin yaşama göre daha kolay olmaktadır. 3. 21-hidrosilaz enzim eksikliğinin değişik formları özellikle prenatal stres ile birleştiğinde dişi fetuslarda erkek fetuslarındakine yakın seviyede androjen salınımına yol açar.
Dörner ve grubunun 1980 yılındaki yayınlarında estrojen enjeksiyonuna luteinleştirici hormon (LH) cevabını ölçtüklerinde homoseksüel erkeklerde LH seviyesinde önce bir azalma ve takiben bazal seviyenin üzerine çıktığını; heteroseksüel erkeklerde ve biseksüel erkeklerin bir kısmında LH seviyesinde ilk azalmanın görüldüğünü fakat daha sonraki yükselmenin görülmediğini yayınladılar (15’de alıntı yapıldığı şekliyle). Diğer bazı araştırmacılarla birlikte Gooren de Dörner’in sonuçlarını destekledi. Gooren 15 heteroseksüel ve 23 homoseksüelin dahil edildiği çalışmasında östrojen enjeksiyonuna en fazla LH yükselmesiyle cevap verenlerin aynı zamanda enjeksiyon sonrasında testesteron seviyelerinde en fazla düşüş görülenler olduğunu buldu. LH yükselmesinin testesteron düşmesine bağlı olduğunu ve sonuçda Dörner’in çıkarımlarından farklı olarak, estrojenin ön hipotalamusdan salgılanan LH üzerindeki etkisinin değil testislerdeki etkisinin birincil etki olduğu görüşünü savundu (16).
Genetik araştırmalar
Bailey ve ark. gazete ve benzeri yayınlarda ilan yayınlamak yoluyla ikiz ve üvey kardeş olan 18 yaşından büyük homoseksüel ve biseksüel erkek popülasyona ulaşarak bir araştırma yaptılar. Üvey kardeşlerin 2 yaşından önce aynı ortamda yaşamaya başlamaları kriterini koydular. İlan’a cevap verenlerin büyük kısmıyla 1-2 saat kadar süren psikiyatrik görüşme yapılıyor. Sosyal davranışlar, kişilik özellikleri, çocukluk davranışları ve cinsel yönelime ait yüzden fazla sorudan oluşan anket görüşme yapılan kişilerin ikiz veya üvey kardeşlerine yollanıyor. Bu araştırmada kardeşlerin monozigot veya dizigot oldukları Nichols ve Bilbro’nun geliştirdikleri anket formuyla belirlenmiştir. Kardeşlerin homoseksüel veya biseksüel olma oranları monozigot ikizlerde %52 (29/56), dizigot ikizlerde %22 (12/54) evlat edinilmiş olan üvey kardeşlerde %11 (6/57) olarak tespit edilmiştir. Monozigot ikizlerdeki homoseksüalite veya biseksüalite oranı dizigot olanlara göre (c2 = 10.3 p<0.001) ve üvey kardeşlere göre (c2 = 22.5 p<0.001) anlamlı derecede farklı. Dizigot ikizlerdeki oran üvey kardeşlere göre büyük fakat aradaki fark ancak sınır derecede anlamlı (c2 = 2.8 p<0.1) (3).
Dr. Lidz bu araştırmadaki bazı metodolojik hatalara işaret ederek sonuçların çok dikkatli değerlendirilmesi gerektiğini söylüyor. Bütün davranışsal durumların genetik komponentini araştırmanın moda haline geldiğini; cinsel kimlik bozukluklarının genetik bir komponenti olabileceğini ancak daha fazla iyi planlanmış araştırmaların gerekli olduğunu söylüyor. Bazı ilkel kabilelerde homoseksüel ve biseksüel uygulamaların teşvik edildiğini, antik Atina ve Sparta’da genç bir erkeğin bir soylunun homoseksüel partneri olmasının bir şeref sayıldığından yola çıkarak olayın sosyal, kültürel yönüne işaret ediyor (4).
Gazete ve dergi ilanlarıyla araştırmaya alınan (ilanda araştırmanın içeriği konusunda bilgi verilmemiş ve kardeşlerinin homoseksüel olup olmaması konusunda herhangi yönlü bir ifade kullanılmamış) monozigot veya dizigot 46 homoseksüel kadın ve erkekde yapılan bir araştırmada hem monozigot hem de dizigot ikizlerde cinsel yönelimin korelasyon göstermediği dolayısıyla cinsel yönelimin gelişmesinde genetik faktörlerin yetersiz olduğu sonucuna varılmıştır (5). Araştırmacılar bu sonucun homoseksüel probandların ikiz kardeşlerindeki homoseksüaliteyi abartma eğiliminde olmalarına rağmen çıktığınını bu nedenle önemli olduğunu söylüyorlar. Bu araştırmadan çıkan bir diğer sonuç da özellikle monozigot ikizler arasında aynı cinsten ikiz kardeş ile ilişki kurma oranı yüksek bulunmasıdır. Bu ilişkide kardeşin homoseksüel olması gerekmiyor. Araştırmacılar bunu ikiz olmanın getirdiği bazı özel durumlarla ilişkili olabileceğini, örneğin ikizlerin farklılaşmalarının en sık baskınlık- boyun eğicilik yönünde olduğunu, araştırmayı yanıtlayanların ikizlerden baskın olanı olabileceğini söylüyorlar. İkizlerdeki insest ile ilgili yeterli araştırma yok. Bu konuda ileri sürülenlerin yeni araştırmalarla irdelenmesi gerekiyor.
Bir diğer araştırmada bu kez kadın probandlara gene ilan yoluyla ulaşılmış ve 71 monozigot ikizden 34’ü (%48); 37 dizigot ikizden 6’sı (%16) ve 35 evlat edinilmiş kardeşten 2’sinin (%6) homoseksüel olduğu tespit edilmiştir. Bu araştırmanın sonuçları genetik yüklülüğün var olduğunu göstermekle birlikte metodolojik eksikleri göz önünde bulundurularak dikkatle ele alınması gerekmektedir. Genetik yüklülüğün gerçekten var olduğunu kabul edecek olursak bile bunun doğası hakkında araştırmalara ihtiyaç var. Daha önceki araştırmalarda olduğu gibi bu araştırmada da spesifik olarak ne homoseksüalitenin erken başlangıcı sayılabilecek çocukluk cinsel uygunsuzluğu (childhood gender nonconformity) ne de ileri (ekstrem) homoseksüalitenin göstergesi sayılan kendini biseksüel değil de lezbiyen olarak tanımlama etme gibi değişkenlerin genetik yüklülükle ilişkili olduğu gösterilememiştir. Çocukluk cinsel uygunsuzluğunun ve adolesan Kinsey skorlarının gelişimsel olarak homoseksüaliteyle ilişkili olabilecek değişkenlerinin homoseksüalite açısından birbirine uyan monozigot ikizlerde birbirine uymayan ikizlere göre anlamlı şekilde daha çok benzeştikleri görülmüştür. Monozigot ikizlerin cinsel yönelimlerinin birbirinden farklarının sebebi çevresel faktörlerdeki farklılıklar olabilir (6).
Pillard ve ark. 51 homoseksüel ile 50 heteroseksüeli karşılaştırdıklarında heteroseksüel erkeklerin erkek kardeşlerinde %4 oranında homoseksüalite bulurken homoseksüel erkeklerin erkek kardeşlerinde bu oranın %22 olduğunu bulmuşlardır (12). %4 oranı daha önceki araştırmalarda tespit edilen toplumdaki homoseksüalite oranına yakın. Homoseksüel olan ve olmayan erkeklerin kardeşlerindeki homoseksüalite oranları anlamlı ölçüde farklı.
Hamer ve ark. 114 homoseksüel erkeğin ailelerinde yaptıkları aile ağacı (pedigree) çalışmalarında dayılarda ve erkek kuzenlerinde yani teyzelerinin erkek çocuklarında aynı cinse yönelim olduğunu fakat babalarında veya baba tarafından akrabalarında benzer bir yönelimin olmadığını, buradan yola çıkarak homoseksüel popülasyonun en azından bir kısmında seks kromozomlarına bağlı bir genetik geçiş olabileceğini ileri sürüyorlar. İki homoseksüel kardeşin bulunduğu ve baba tarafından genetik geçişe dair herhangi bir kanıtın olmadığı 40 ailede linkage çalışmasıyla X kromozomu üzerindeki “marker”lar (işaretleyiciler) araştırılmış. 40 kardeşin 33’de X kromozomunun uzun kolunda bulunan bir bölgedeki (Xq28) bütün işaretleyiciler açısından konkordans saptanmış bu çalışmada. Bu sonuç %99’un üzerinde istatiksel bir güvenirlik (confidence level) taşıyor. X kromozomun uzun kolunun ucundaki 4 milyon DNA baz çifti (insan genetik materyalinin %0.2’sinden azını oluşturuyor) içinden bir kısmının teşkil ettiği gen veya genlerin cinsel yönelimle bağlantılı olduğuna dair bir delil teşkil ediyor (7).
Pool bu araştırmanın getirdiği yeni soruları soruyor. Bu genler hangi proteinleri kodluyor? Bu protein hangi işlevlerde rol alıyor? Heteroseksüellerdeki karşılığı olan genlerden hangi açılardan farklı? Geni taşıyan heteroseksüeller var mı? Bu gen kadınlarda ne işe yarıyor? Bu soruların cevaplarına geçmeden önce aynı sonuçların tekrarlanması gerekecek (8). Dr. Risch ve Dr. Keats, homoseksüelliğin Mendelian yolla kalıtılmaması nedeniyle bu konudaki linkaj çalışmalarının sonuçlarını değerlendirirken dikkatli olunması gerektiğini söylüyorlar (14). Dr. Sterling ve Dr. Balaban, Hamer ve arkadaşlarının çalışmalarındaki metodolojik bazı hatalara işaret ediyor ve korelasyonla sebep sonuç ilişkisinin farklı olduğunu hatırlatıyorlar. Bu genlerin pekala kardeşlerin birbirlerini identifiye etmelerini kolaylaştıracak çok dolaylı etkileri olabilir (9).
Eckert ve ark. 55 monozigot ikiz çiftten oluşan serilerinde ayrı büyüyen 6’sını incelediklerinde, bir erkek çiftin homoseksüel, bir erkek çiftin biseksüel olduğunu, bütün kadın çiftlerin homoseksüel davranış açısından ikizlerinden farklı olduklarını görmüşler. Kısıtlı sayıdaki verilerinden yola çıkarak kadın homoseksüelliğinin sonradan edinilmiş belki de bir endokrin bozukluk sonucu olabileceğini söylüyorlar (17).
Sonuç
Bu bilgiler ışığında gerçek biseksüellik veya homoseksüellik beynin patogenetik değil; doğal, biyopsikososyal, gen ve/veya çevreye bağlı sanogenetik, gelişimsel bir sürecidir. Bilimsel bakış açısının değişmesi biseksüellik ve homoseksüelliğin kanunen suç olmaktan çıkması, sosyal açıdan da dışlanmadan vazgeçilmesine sebep olabilir. Prenatal ve perinatal hormonal bozuklukların teşhis edilmesiyle ileride transseksüalizm için önleyici tedavi mümkün olabilecektir. Alkolizm ve homoseksüalitenin komleks davranışsal süreçler olması nedeniyle tedavilerinin gene de oldukça zor olacağı ve toplumun yanlızca genetik oldukları tespit edildiği için homoseksüellere karşı tavrının değişeceğine inanmanın zor olduğunu söyleyenler de var (11).
CKB tanısı konulabilmesi için gerekli olan toplumsal sorunların bizim toplumumuzda uzun süre devam edeceği öngörülebilir. Çoğunluk tarafından tamamen tercih meselesi gibi görünen cinsel kimlik bozukluğuna yol açabilecek biyolojik faktörler gerçekten mevcut ise insanımızın farklı tercihlere bakış açısının daha müsamahalı olacağını düşünüyorum. Cinsel yönelim eğer bir tercih meselesi değilse; göz rengimiz, burnumuz gibi diğer özelliklerimizle aynı kapsamda mı değerlendirilecek; yoksa genetik bir hastalık kabul edilecek. Bu sorunun cevabı ise tıbbın dışında daha ziyade ahlak ve felsefe alanına giriyor sanırım.
Kaynaklar
1. Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders, forth edition: American Psychiatric Association, Washington D.C., 1994.
2. ICD-10 Ruhsal ve davranışsal bozukluklar sınıflandırması. Klinik tanımlamalar ve tanı kılavuzları: Dünya sağlık örgütü, Cenevre, 1992. Türkçesi: Türkiye sinir ve ruh sağlığı derneği yayını, Ankara, 1993.
3. Bailey JM, Pillard RC: A genetic study of male sexual orientation. Arch Gen Psychiatry 48: 1089-1096, 1991.
4. Lidz T: Reply to 'A genetic study of male sexual orientation'. Arch Gen Psychiatry 50: 240- 241, 1993.
5. King M, McDonald E: Homesexuals who are twins. A study of 46 probands. Br J Psychiatry 160: 407-409, 1992.
6. Bailey JM, Pillard RC, Neale MC et al: Heritable factors influence sexual orientation in women. Arch Gen Psychiatry 50: 217-23, 1993.
7. Hamer DH, Hu S, Magnuson VL et al: A linkage between DNA markers on the X chromosome and male sexual orientation. Science 261: 321-327, 1993.
8. Pool R: Evidence for homosexuality gene. Science 261: 291-292, 1993.
9. Sterling AF, Balaban E: Genetics and male sexual orientation. Science ; 261: 1257, 1993.
10. Dörner G, Poppe I, Stahl F et al: Gene and environment dependent neuroendocrine etiogenesis of homosexuality and transsexualism. Exp Clin Endocrinol 98: 141-150,1991.
11. Alper JS, Natowicz MR: The allure of genetic explanations. BMJ 305: 666, 1992.
12. Pillard RC, Weinrich JD: Evidence of familial nature of male homosexuality. Arch Gen Psychiatry 43: 808-812, 1986.
13. Bancroft J: Homosexual orientation. The search for a biological basis. Br J Psychiatry 164: 437-440, 1994.
14. Risch N, Wheeler ES, Keats BJB: Male sexual orientation and genetic evidence. Science 262: 2063-2065, 1993.
15. McWhirter DP: Biological theories of sexual orientation. Review of psychiatry 12: 41-57, 1993.
16. Gooren L: The neuroendocrine response of luteinizing hormone to estrojen administration in heterosexual, homosexual, and transsexual subjects. Clin Endocrinol Metab 63: 583-588, 1986.
17. Eckert ED, Bouchard TJ, Bohlen J et al: Homosexuality in monozygotic twins reared apart. Br J Psychiatry 148: 421-425, 1986.
18. Kaplan HI, Sadock BJ, Grebb JA; Kaplan and Sadock’s Synopsis of Psychiatry Behavioral Sciences Clinical Psychiatry, Seventh edition. Williams Wilkins Baltimore, Maryland, USA. 1994.
19. Mental Bozuklukların Sınıflandırılması: Tıp Fakültesi Yayın Bürosu, Bornova, 1985.
RSS Facebook Twitter ilicMedia